NADİR BEY GİBİ DÖVERİM HA
SEZER ODABAŞIOĞLU
Çalışma arkadaşlarıma çatık kaşla bakıp masama oturdum. İlk, o ilgilenmişti. Süzüyordu. Bir iki belge karıştırdım. Masaya, ‘pat’ diye vurdum, belgeleri. Duysun diye de bağıra bağıra:
“Allah kahretsin,” dedim.
İlgisi, merakı artmıştı. Masadan masaya, ‘bunun nesi var,” gibilerinden kaş, göz ve dudak işareti yapıyordu.
Aramıza yeni katılmıştı. Cafer. Memuriyetliğinde de yeniydi. Toydu, saftı da üstelik. Gözünde de pek büyütmüştü beni. Bana karşı oldukça saygılıydı. Daha doğrusu, hemen her gün bir yenisini anlattığım dayak öykülerime.
Yavaşça toparlandı. Ali Bey’in kulağına bir şeyler fısıldadı. Ali Bey, dudak bükerek kalktı. Birlikte geldiler. Ayaktaydılar.
Ali Bey:
“Hayrola Nadir Bey kardeşim... Sabah sabah sinirlenmişsin gene. Hayırdır inşallah,” deyince:
“Yok bir şey Ali Bey,” dedim.
“Var, var,” dedi. “sende bir şeyler var. Çok sinirlisin. Burnundan soluyorsun, baksana.”
“Kim?.. Ben mi burnumdan soluyormuşum? Niye burnumdan soluyayım!.. Basarım dayağı, olur biter!.. Bir eksik etek için niye kendimi sinir edeyim... Yesin dayağı, zırlasın dursun.”
Cafer, dayak sözünü duyunca şaşırdı:
“Gene yengemizi mi dövdün, Nadir Bey?.. Ama, bu yaptığın ayıp senin,” diye çıkıştı. “Hem, dayak çözüm getirmez ki...”
Bu arada, öteki çalışma arkadaşlarım da toplanmıştı çevreme. Ama, onların toplanmaları meraktan değildi.
“Öyle değil mi, Ali Bey,” dedi, Ali Bey’e.
“Doğru söylüyorsun ama,” dedi. “Nadir Bey, bizden iyisini bilir. Yengeyi dövdüyse boşuna dövmemiştir.”
Ali Bey de, benden yana olunca:
“İkinizin mayası aynı zaten,” diye çıkıştı.
“Bunun maya ile ilgisi yok ki,” dedim. “Erkek, evde saygın olmalı.”
“Ne yani... Evde saygın olacağız diye her gün karılarımızı mı dövmeliyiz,” diye karşı çıktı.
“Her gün değil,” dedim. “arada bir... Arada bir atılan dayak, evde erkeğe saygınlık kazandırır. Erkek, erkek olduğunu anlar.”
“Ne yani... Biz evde saygın değil miyiz, sence Nadir Bey,” diye direndi. “Biz erkek değil miyiz şimdi?”
“Hem, bazı kadınlar, dayaktan hoşlanır,” dedim. “Mesela, benimki dayaksız duramaz. Dayak yemek için can atar.”
Şaşırdı:
“Nasıl can atar, yani,” dedi.
Hulusi Bey gülerek:
“Suç işler, herhalde,” diyerek söze karıştı.
Cafer Bey başını eğdi ve:
“Yengeniz hiç suç işlemez ki,” dedi.
“Hiç suçsuz kadın olur mu?.. Sen, suçunu aramamışsındır da ondan,” diye atıldım. “Kadın kısmının attığı adım bile suç sayılabilir.”
“Olmaz öyle şey,” diye çıkıştı.
“Niye olmasın?.. Maksat dayak atmak, değil mi? Suçu yoksa, suça yöneltirsin... Sonra, basarsın dayağı!.. O kadınlığını anlar, sen de erkekliğini kanıtlarsın.”
“Erkekliğin kanıtı, dayak atmak, öyle mi?”
“Arkadaşlar, beni bilirler,” dedim. “Benim felsefem de bu, işte... Bu yüzden, benim evdeki saygınlığımdan hiç kuşkum yoktur.”
Rahat ve kesin konuşmalarımdan, kabarık kabarık durmamdan oldukça etkilenmişti.
“Sabah, sabah, yengemiz ne suç işlemişti ki, Nadir Bey,” diye sorunca,
“Hiç,” dedim.
“Bir hiç için mi, yengemizi hırpaladın yani, Nadir Bey?.. Aşk olsun sana!.. Yazıktır be, kadına,” diyerek hem çıkıştı, hem de acıdı.
“Bilirim,” dedi, Şakir Bey. “Nadir Bey’i... Öyle beri beter dövmedikten sonra bırakmamıştır elinden. Şöyle evire çevire...”
“Ellerin dert görmesin, Nadir abi,” dedi, Hulusi Bey.
“Vur!.. İyi vur ki, görmesin karakolu,” diye birazcık zevzeklenince, öyle kötü hiddetlendi ki, sormayın.
“Beyler, beyler!.. Utanın biraz! Ayıptır!.. Yangına körükle gidilmez,” diyerek çıkıştı, arkadaşlara.
Arkadaşlarla oldu bu iş gibilerinden işaretleştik. Ama o sinirinden fark etmedi.
“Ata tımar; kadına dayak gerek,” dedi Şakir Bey, konuyu kızıştırmak için.
“Bu sözün, her kadın için geçerli olamaz,” dedi, Cafer Bey. “Benim, tek tokat vurmuşluğum yoktur yengenize... Gene de saygısında kusuru yoktur.”
“Sen öyle san, Cafer Bey!.. Sen desene: Dizginler yengemizin elinde. Birbirimizi kandırmaya ne hacet,” deyince Cafer Bey, gülüştük.
Gülüşlerimiz çileden çıkarıcı ve alaylıydı.
“Şimdi, saçmaladın işte Şakir Bey,” dedi öfkeyle.
Kızınca kanlı yüzü daha bir kızardı. Savunması kanıtsız kalan sanıklar gibi rahatsızdı. Elbirliğiyle gene etkilemiştik, sonunda. Rahat ve kendimizden emindik. Tek tek inceledi kuşku ile bizleri. Sonra:
“Kuşku yok, biz de erkeğiz,” dedi. “Kendimiz kanıtlamak için de, dayağa başvurmuyoruz. Yengeniz de pek öyle geçimsiz biri değildir.”
“Şimdi ayıp ettin ama, Cafer Bey,” diye atıldı Ali Bey. “Ne yani, seninki geçimli de, bizimkiler geçimsiz mi?”
Cafer Bey şaşırdı, Ali Bey’in tepkisine.
“Ne?.. Sen de mi Ali Bey,” dedi.
“Ne sandındı, Cafer Bey?.. Karısını dövmeyen erkek olur mu,” dedi Ali Bey. “Arada bir ben de okşarım.”
“Ben de,” dedi Hulusi Bey, onurla.
“Benim neyim eksik... Ben de,” dedi Şakir Bey.
“Ben de.”
“Ben de.”
Cafer Bey, huzursuzlandı. Dairede karısını dövmeyen tek erkek olmanın saçma ezikliğini duyuyor gibiydi ve abartı değil, omuzları düşmüştü.
“Suçsuz yere dövemem ki,” diye aptalca bir laf edince, saldırılarımız gene başladı:
“Sen de suçunu bul, ya da yarat,” diye akıl verdim hemen.
“Ama, öyle saygılıdır ki...”
“Hepimizinki saygılıdır.”
“Bir dediğimi ikiletmez...”
“Bizimkiler de...”
“Bana hiç karşı gelmez.”
“Bizimkiler de karşı gelmez.”
Kuşkulandı.
“Ya, o atılan dayaklar?..”
“O başka... Dayak kanıttır.”
“Ne kanıtı?..”
“Erkeğin evdeki egemenliğinin kanıtı.”
“Dayak!.. Çok saçma bir şey,” diye direndi. “Ben yapamam.”
Sıkılmıştı. Yavaş yavaş geri çekildi. Masasına yaklaşmıştı. Ardından yürüyüşünü bir süre izleyen Ali Bey:
“Sen ne şeytansın, Nadir Bey... Gene suyunu bulandırdın Cafer Bey’in. Bir gün yengemizi döverse hiç şaşmam,” dedikten sonra gülerek uzaklaştı.
Ötekiler de çevremden dağıldılar, sonunda...
Cafer Bey, son günlerde oldukça değişmişti ve görünüyordu. Oldum olası sessiz ve suskundu, biliyorduk. Ama, bu sıralarda çevreyle olan ilgisini de tamamen kesmişti. Sakallı, kırmızı, damarlı yüzü; son günlerde, üzerinden çıkartmadan yattığını düşündüğüm, kırış kırış ve kirli yakalı gömleği ve dağınık saçlarıyla acınacak durumdaydı. Bizlere de, o denli kötü ve sert bakıyordu ki, yanına yaklaşmaktan çekiniyorduk. Öncelikle, ben...
İlk kez gecikmişti. Oysa, oldukça dakikti. Gözlerinin altları şiş şişti. Masalarımızdan izliyorduk. Masasında biriken belgeleri ilgisiz ilgisiz, öylesine karıştırdı. Bıraktı. Uykusuz görünüyordu. Ali Bey’in işaretiyle masalarımızdan kopup gittik yanına. Suskunduk.
“İlk kez gecikiyorsun Cafer Bey, hayrola,” dedi Ali Bey, bizlere bakarak. “Halin de hiç hoş değil.”
“Çalar saatim tamirde de,” dedi, kötü bir sesle.
“Ya yenge,” diye sorulunca, gözümün içine öyle bir baktı ki, çekindim.
“O da gitti,” dedi.
“Nereye gitti,” diye sordu, Hulusi Bey.
“Ailesinin yanına gitti,” dedi üzgün bir sesle.
“Gittiyse gitti... Ne o, dayanamadın mı özlemine?.. Ne çabuk, Cafer Bey!.. Üzülme, döner,” diyerek takılmak istedi, Hulusi Bey.
Ölgün bir sesle:
“Dönmez arık,” deyince, şaşırdık.
Arkadaşlar yüzüme bakıyorlardı. Utancımdan başımı eğdim. Kendime olan güvenimi , saygımı yitirdim. Eski canlılığım kalmamıştı.
Arkadaşlar:
“Döner, döner, üzülme...”
“Dönmeyecek ne varmış ortada?.. Döner.”
“Kötü mü?.. sen de bekarlığın tadını çıkarırsın,” diyerek teselli ettiler, takıldılar. Ama, ben bir şey diyemedim.
“Bunca yıllık karımı bilmez miyim?.. Dönmez diyorsam, bilin ki dönmez o, arkadaşlar,” diye kesin konuşunca meraklandık ve şaşırdık.
“Senin dilini altında bir şeyler var, Cafer Bey... Anlat, biz de bilelim,” dedi, Şakir Bey.
“Neyi anlatayım? Eşekliğimi mi?.. Kafasızlığımı mı? Oyununuza geldim işte,” diye suçladı kendini. “Pekala, anlatayım da, erkekliğimi mi kanıtladım, yoksa aptallığımı mı!.. Dinleyin, siz karar verin artık.”
Tepkilerimizi ölçmek için tek tek süzdü bizleri. Dinlemeye hazır olduğumuzu anlayınca:
“O gün,” dedi. “müthiş bir dayak atma dürtüsü, isteği vardı, içimde. Karımsa her zamanki gibi güler yüzlüydü. ‘Hoş geldin, bey,” dedi. Sertçe: ‘Hoş bulduk!.. Hoş bulduk,’ dediğimde şaşırdı, ama ses çıkarmadı. Sevecendi, oldu bitti. Gülümsedi. ‘Bugün sinirli gibisin, Cafer,’ diye ilgilendi. İlgisi bile sıkıyordu. Ama, o farkında değildi. Sert sert baktım. Yanıt vermedim ya, o, sinirli olduğuma yorumladı. ‘Bugün dairede bir şeyler olmuş, galiba,’ diye yorum yapınca, gene sert sert: ‘Olmadı bir şey,’ dedim. ‘Olmuş, olmuş, dairede bir şeyler olmuş,’ diye üsteledi. ‘Üsteleme!.. Nadir Bey gibi döverim ha,’ diye tehdit ettim. Aptallaşmıştı. Yüzüme tuhaf tuhaf baktı. Ama ses çıkarmadı. Gidip terliklerimi getirdi. Gazetemi elime verdi. Gazeteyi hışırtıyla fırlattım. ‘Yorgunsun sen Cafer,’ diyerek alttan aldı. Oldukça da şaşkındı. Çevremde fır dönüyordu. Bu da ona dayak atma isteğimi kamçılıyordu. ‘Sana, bir yorgunluk kahvesi yapayım; sinirlerin yatışsın ha,’ deyince, ‘Kahve mahve istemez,’ diye bağırdım. ‘Hem, üstüme pek fazla gelme!.. Nadir Bey gibi döverim ha,’ diye uyardım. Ses çıkarmadı. Sabrı, sabrımı taşırıyordu. Ben sert, o yumuşaktı. Yumuşak davranışları, dayak atmamı engelleyecek diye de korkuya kapılıyordum. Dayaktan vazgeçtim, tek tokat olsun atmalıydım. Dayak atma isteğiyle yanıp tutuşuyordum. Dayak atma tutkusu sarmıştı, bedenimi. Tansiyonum da yükseliyordu. Mutlaka bir şeyler yaratmalı, suçlamalıydım. Birden, televizyonun üstündeki vazoya ilişti gözüm. ‘Televizyonun üstünde, vazonun işi ne?!.. Çabuk, kaldır onu, oradan,’ diye bağırdım. ‘Ama Cafer, o vazo, hep televizyonun üstünde değil miydi,’ diyerek karşı çıktı. Haklıydı kadıncağız. Ama, gene de: ‘Konuşma!.. Nadir Bey gibi döverim ha,’ dedim. Sonra, o: ‘Sen iste, şekerim,’ dedi. ‘Ben şimdi kaldırırım.’ Koştu, vazoyu televizyonun üstünden aldı. Çılgına döndüm. Ne kadındı!.. Taş mıydı, bunca kabalığa, sertliğe, hele hele haksızlığa dayanacak? Yoksa, pamuk muydu?.. Yumuşacık. ‘Bırak, vazoyu yerine,’ diye kızdım. Aptal aptal yüzüme bakıyordu. ‘Bakma öyle yüzüme!.. Şimdi Nadir Bey gibi döverim ha,’ diye tehdit ettiğimde biraz değişti. Tahrik olmuştu, sonunda. ‘Sende bir tuhaflık var bugün, şekerim. Doktor ister misin,’ dedi, yumuşacık bir ilgiyle. Sinirden göz kapaklarım seğiriyordu. ‘Nadir Bey gibi döverim ha!.. Ne doktoruymuş,’ diye bağırdım.”
Biraz soluklandı. Uykusuz, kanlı gözlerini ovuşturdu. Dinleyicilerini süzdü. Gevşemişti ve rahattı.
‘Nadir Bey gibi döverim ha!.. Çabuk, bana kahve yap,’ diye bağırdım. Tam mutfağa girerken: ‘Gel!.. Vazgeçtim,’ diye seslendim, bu kez. Bir sertleşiyor, bir yumuşuyordum. Şaşkın, meraklı, umarsız, yüzüme bakıp: ‘Sen aklını mı oynattın, Cafer?.. Bir, kahve yap diyorsun; bir, vazgeçiyorsun... Neyin var? Çıldırdın mı sen?.. Üstelik, bir (Nadir Bey gibi döverim ha,) tutturmuşsun, söylenip duruyorsun. Nedir bu?!.. Döv de, kurtul bari,’ dedi ve kışkırtıcı bir biçimde dikleşti. ‘Haydi vur,’ deyince, ‘Çekil karşımdan!.. Nadir Bey gibi döverim ha,’ diyerek kendimi tutmaya çalıştım. Ama, bu kez, kendini tutamıyordu. ‘Haydi, ne duruyorsun?!.. Vursana!.. Vursana,’ diye ısrar edince, bir tokat attım... Ve rahatladım.”
Çok kötü olmuştum. Sessizce arkadaşlardan ayrıldım. Cafer Bey susmamıştı. Hararetli hararetli durmadan konuşuyordu.
============================
“Kim?... Ben mi onu oradan alıp geleceğim,” dedim korkuyla. “Sen, bunu benden nasıl istersin? Şaşırdın galiba sen, Tülay Hanım. Mümkün değil, bu! Cıık, cıık, cıık.”
Eşim, tepkime şaşırdı. Biraz da çekindi:
“Komşulardan utanmasam, çekinmesem ben alıp gelirim. Ama, ne yapayım, utanıyorum işte,” dedi.
“ Sen utanırsın da ben utanmaz mıyım, hanım? Dün bir, bugün iki... Yeni taşınmışız şuraya. Bir gören olsa hakkımızda ne düşünür, ne der sonra? Emekliysek o denli de değil. Bizim de bir onurumuz var... Değil mi ama. Hem, pek de yeniye benzemiyor. Yeni olsaydı, atarlar mıydı hiç? Eskidir, mutlaka eskidir bu. Yoksa, bu insanlar çıldırmış mı ki, yeni valizi sokağa atsınlar,” diyerek karşı çıktım ve yerime oturdum.
KEDİ BALI
SEZER ODABAŞIOĞLU
Bir süredir, başı eğik; dalgın, düşünceli; gözleri yerdeydi... Boz toprakta, ayaklarının ucundaydı. Hemen ayaklarının dibinde, ağzı, minicik bir yanardağ ağzına benzeyen minicik bir delik vardı. Küçük, çalışkan karıncalar, deminden beri, o deliğe düzenli bir biçimde girip çıkıyorlardı. Aceleci adımlarla yuvalarına kışlık yiyeceklerini taşıyorlardı. Boz toprakta, peş peşe sıralanmış, kendilerince, düzenli bir kervan oluşturmuşlardı... Ve Hilmi, sessiz, kıpırtısız, gözlerinin önündeki perçemlerinin arasından merak ve ilgiyle hep onlara bakıyordu. Boz toprakta, ince, uzun, eğri-büğrü ve devinimli bir sicim gibi görünen bu karınca kervanından gözlerini hiç ayırmıyordu. Kervandaki karıncalar da, onun meraklı bakışlarına aldırmadan yuvalarına girip çıkıyor; kervan düzenini hiç bozmuyorlardı.
Teyzesinin oğlu, Dorukan da, onun yanındaydı. Bir saatten fazla bir süredir, onunla birlikteydi. O da, Hilmi gibi sırtını taş duvara yapıştırmıştı. O da, onun gibi dalgındı.
Sıkıntılıydı... Sıkıntılı olduğu, sol ayağındaki bağcıklı iskarpinin burnuyla toprağı gereksiz yere eşelemesinden belli oluyordu.
Düşünceliydi... Hilmi, bir süreden beri, sanki orada değilmiş gibi davranıyor; onunla hiç konuşmuyordu. Yerdeki karıncalar kadar sessizdi. Onu düşünüyor, onun için kaygılanıyordu.
Hilmi, karıncalara bakıyordu. O da, durmadan göz ucuyla onun durgun, sıkıntılı, sığ yüzüne bakıyordu. Bu arada da, onu konuşturmanın yollarını arıyordu.
Ortaya bir lâf atarsa, konuştururdu belki, onu.
“Daldın yine, Hilmi,” dedi birden. “Ne düşünüyorsun?”
O anda, Hilmi’den bir yanıt alamazsa hemen alınganlık yapıp üzülmeyecekti. Soruyu sormadan önce, böyle karar vermişti. Hilmi böyle içine kapandığı anlarda, kimseyle konuşmaz, sorulan sorulara da inadına yanıt vermezdi, biliyordu. Ama yanılmıştı.
Hilmi, gözlerini yuvadan ayırmadan:
“Hiç,” diye mırıldandı.
Dorukan, hem sevindi, hem de şaşırdı.
“Nasıl, hiç,” dedi.
“Basbayağı hiç, işte.”
“Bir derdin mi var?”
“Yo, hayır... Neden?”
“Çok düşünüyorsun.”
“Hayır. Düşünmüyorum.”
“Düşünmüyorsun da, ne yapıyorsun?”
“Görmüyor musun, kervana bakıyorum.”
“Ne kervanı?”
“Karınca. Baksana şunlara.”
Hilmi’nin ‘kervan’ eğretilemesi hoşuna gitmişti. Kervandaki karıncalarına bakarak gülümsedi:
“Hadi. Hadi,” dedi, perçemlerinin arasından gözlerini görmeye çalışarak. “Yalan söyleme şimdi bana Hilmi. Sen bir şeyler düşünüyorsun, işte. Hadi, saklama benden. Ne düşünüyorsun?”
Hilmi, birden değişti yine ve:
“Hiç, dedim ya,” diyerek sustu.
Sırtını yasladığı duvardan ayırmadan yavaşça kaydırdı, çömeldi. Ama dizleri, böyle, çok çabuk yoruldu. Bir süre daha inatla böyle oturdu. Sonunda dizlerindeki acıya daha fazla dayanamadı. Kendini kıç üstü yere bırakıverdi. Dizlerini, karınca kervanının üstünde, havada bükerek oturmuştu. Böylesi daha rahat ve güzeldi. Karıncalar, şimdi, bacaklarının altından geçiyorlardı. Ve şimdi, sanki bir köprü altından geçiyor gibi görünüyorlardı. Kollarını, bükülü dizlerinin üstünde kavuşturdu. Çenesini kollarına gömdü.
O da, daha fazla üstüne gitmedi, sustu.
....................................
Tepelerinden az önce bir uçak gürültüyle geçip gitmişti. Arkasında bıraktığı ince, beyaz bulutumsu iz, gökyüzünde hâlâ asılı duruyordu, silinmemişti. Dorukan, başını kaldırmış, ona bakıyordu. Ama, Hilmi, o denli dalgındı ki, ne uçağı görmüş, ne de gürültüsünü işitmişti. Tüm dikkatini, ilgisini ve sevgisini karıncalara vermişti. Gözü,onlardan başka şey görmüyordu.
Karıncalar, dizlerinin altından geçiyor; aceleci adımlarla yuvalarına girip çıkıyorlardı şimdi ve o, hâlâ onlara bakıyordu.
Sanki, o anda, birisi ona parasının olup olmadığını sormuştu da, o da ona yanıt verir gibi:
“Param yok,” dedi birden. Sesinin tınısı hiç hoş değildi. Kırgın, çatallı ve acılıydı.
Dorukan, gözlerini gökyüzünden aldı. Merakla onun perçemle örtülü yüzüne baktı.
“Paran mı yok,” dedi sonra, şaşkın şaşkın. “Ne parası?.. Ne yapacaksın parayı?..”
“Lâzım.”
“Neden lâzım?.. Canın dondurma mı çekti?”
“Hayır. Canım dondurma falan çekmedi.”
“Ya ne çekti?.. Gazoz mu?”
“Hayır... Gazoz da çekmedi?.. Ama, çok lâzım. Sen de var mı?”
“Hayır, yok.. Bende de yok.”
“Sende neden yok?”
“Yok, işte.”
Yüzü gölgelendi, Hilmi’nin. Kızdı:
“Yalan söyleme, Dorukan,” diye bağırdı. “Sende kesin vardır!.. Ama, bana vermek istemiyorsun işte.”
Dorukan, Hilmi’nin öfkesinden korktu.
“Valla yok, Hilmi,” dedi. Sesi çatallı, titrekti. “Olsa, hiç sana vermez miyim?..”
“Verir misin?..”
“Veririm. Olsa, ben seni hiç üzer miyim?”
“Üzmez misin?”
“Üzmem, tabii... İnsan sevdiğini üzer mi, hiç?”
“Üzmez, üzmez... Üzmez, değil mi?”
“Hilmi,” dedi. “çok mu lâzım para?”
“Çok.”
“Ne yapacaksın?”
“Zamk alacağım.”
“Zamk mı alacaksın?.. Senin zamkla işin ne?”
“Ne demek işim ne?.. Öğretmenimiz istedi, işte. Bana hemen yarına zamk gerek.”
“Öğretmen senden zamk mı istedi.”
“Tek benden istemedi ki; bütün sınıftan istedi.”
“Ya?.. Öyle mi?”
“Öyle, tabii... Hem de yarına kesin istedi. Yarın herkes okula zamk götürecek... Kesin. Para sende yok, bende yok... Ne yapacağız, şimdi?”
Hilmi, okulun nasıl bir yer olduğunu bile bilmiyordu, oysa. Hiç gitmemişti.
O anda, Hilmi’nin aklının yine karıştığını, düşle gerçek arasında gezinmeye başladığını anlayan Dorukan, korktu.
“Bilmem,” dedi ve sustu.
Yüzü, öfkeyle gölgelenen Hilmi de:
“Bilmezsin, tabii!.. Sen ne bilirsin ki, zaten,” diye bağırdı ve bu kez çenesiyle birlikte, ağzını, burnunu, iyice gömdü kollarına.
Uzun bir süre sustular.
Neden sonra, Hilmi’nin omzunu dürtüp:
“Hilmi,” dedi.
Hilmi, kollarına gömülü başını kaldırmadan:
“Ne,” dedi sertçe, omzunu silkerek. Sesi, anlaşılmaz ve boğuktu.
“Kalk, gidiyoruz,” dedi.
“Nereye?”
Dorukan, karşılarındaki yeşilin bütün tonlarını üzerinde barındıran bahçelere bakarak:
“Bahçeliklere,” dedi. “Hadi, kalk.”
“Bahçeliklere gidip de ne yapacağız?.. Ben gitmem.”
“Sana kedi balı toplayacağız. Hadi, kalk.”
Hilmi, gözlerini karınca yuvasından ayırmadan:
“Kedi balı toplayıp da ne yapacağız ki?.. Ben gitmem,” dedi.
“Sana kedi balından zamk yapacağız... İyi mi? Hadi, kalk. Gidelim.”
Tek ‘Zamk’ sözcüğü, onu heyecanlandırmaya yetmişti.
“Sahi mi, diyorsun,” diyerek ayağa kalktı. “Ben kedi balından zamk yapmayı bilmiyorum ama.”
“Ben biliyorum, korkma. Ben yaparım.”
“Sahi mi diyorsun?.. Sen nasıl yapacaksın?”
“Ben yaparım; biliyorum. Hele kedi ballarını bir toplayalım. O kolay.”
“Sahi mi, diyorsun?”
Dorukan, gözünün üstündeki perçemleri, yavaşça parmaklarıyla yanlara aldı. Gözlerinin içine bakarak:
“Evet,” dedi. Yürüdü.
Zamk hatırına ayağa kalkmıştı ama, karıncalardan da ayrılamıyordu. Ağır davranıyordu.
Dorukan, geriye dönüp baktı:
“Hadi ama,” diye seslendi. “gelmiyor musun?”
“Geliyorum!.. Geliyorum!..”
Koşarak yetişti, ona.
Ağır adımlarla kent dışına uzanan tek katlı binaların önlerinden geçtiler. Kent gürültüsünü gerilerde bıraktılar. Girişi, sağlı-sollu böğürtlenli yoldan, bahçe aralarına girdiler. Etrafta kimsecikler yoktu. Çok sessizdi. Hafif esintili, serin ve kokuluydu. Havada bin bir çeşit güzel koku vardı. Hilmi, kokulu temiz havayı uzun uzun içine çekerek yürüyordu. Bahçe aralarındaki dar yolda, sağlı-sollu arklarda su akıyordu. Arklarda usul usul, salına salına akan su, kendini, bahçelere paylaştırıyordu.
Hilmi, kapısı açık bir bahçenin önünde durup:
“Bak, bu bahçenin kapısı açık,” dedi. “Girelim mi?”
“Hayır,” dedi, Dorukan. “girmeyelim. Kapısı açık bahçeye girilmez. Yürü.”
“Neden?
Dorukan sessizliğin gizemini, büyüsünü bozmak istemiyordu sanki:
“Kapı açık olduğuna göre, kesin bahçede birileri vardır,” diye fısıldadı. “Olmaz. Hem bu bahçede hiç kayısı ağacı yok, baksana. Bize kayısı bahçesi lâzım. Yürü.”
Hilmi, başını sallayarak sessizce peşinden yürüdü.
Dorukan, alçak duvarları aşarak gökyüzüne yükselen ağaçları tarıyordu. Az ilerideki bahçeyi Hilmi’ye göstererek:
“Gel, bak, bu burada çok kayısı ağacı var,” dedi. “Buraya girelim.”
İçinde su akan arkın üstündeki minik köprüden geçtiler. Bahçe kapısının önünde durdular. Bahçe kapısı örtülüydü, ama kilitli değildi. Sessizce kapıyı itip, içeriye süzüldüler. Dorukan durup etrafı gözleriyle kolaçan etti. Görünürlerde kimsecikler yoktu. Kapıyı sessizce örttü.
Gerçekten de burada kayısı ağacı çoktu; henüz meyve vermemişti.
“Bak gördün mü, ne kadar çok,” dedi, Dorukan.
“Evet, çokmuş,” dedi Hilmi, yakınındaki ağaçların gövdelerini tarayarak. “Ağaçlarda hiç kedi balı göremiyorum ama. Yok.”
“Vardır, vardır... Olmaz olur mu? Şimdi arar buluruz. Hem, yavaş. Bağırma,” diye fısıldadı.
Sonra, sessiz ve ağır adımlarla içlere doğru ilerdiler. Erik ağaçlarında ne çok serçe vardı, böyle... Küçük, kıpırdak serçeler, daldan dala uçup konuyor; gagalarıyla dallardaki eriklerden nasiplerini alıyorlardı. Kimileri, arada bir, kısa mesafeli uçuşlar yapıyor; dallarına tekrar geri dönüyorlardı. Kimi çiftler de, dallarda, çığlık çığlığa oynaşıyor, cilveleşiyorlardı.
“Ben burada bir tane buldum, Hilmi,” dedi Dorukan. “Hem de kocaman. Gel, bak...”
Hilmi, heyecanla:
“Sahi mi?.. Hani,” diyerek yanına pat pat koştu.
“Koşma Hilmi. Yavaş. Bir duyan olur şimdi,” diye uyardıktan sonra: “İşte, bak. Gördün mü,” dedi.
Hilmi, elleriyle kedi balını gövdeden koparmaya uğraşınca:
“Dur, Hilmi,” dedi Dorukan. “öyle yapma... Elini acıtacaksın şimdi. O öyle kopmaz. Git, bir taş bul.”
Hilmi, iki taş bulup getirdi; birini ona verdi. Kedi balına vurmaya başladılar. Kedi balına durmadan vuruyor, vuruyor, vuruyorlardı... Ama, kedi balı bir türlü yerinden sökülmüyordu.
Hilmi de, o da, bazen hedeflerini tutturamıyor, ağacın gövdesine vuruyorlardı... Darbe alan, ağacın kabuğu da bu arada zedeleniyor, yaralanıyordu.
Hedefinden sapan vuruşlarıyla ağaca zarar verdiklerini gören, Dorukan, birden taş vurmayı kesip:
“Bir dakika dur, Hilmi!.. Vurma,” dedi, yorgun bir sesle.
Hilmi:
“Neden,” diyerek elindeki taşı, hızla bir daha yapıştırdı kedi balına.
Dorukan, yaşlı kayısı ağacını göstererek:
“Böyle olmuyor, baksana,” dedi. “Ağaca zarar veriyoruz.”
“Ne yapacağız, peki?”
“Bilmem.”
Bu arada, bazı ağaç altlarının yer yer yeni bellenmiş olduğunu fark edip birden korkuya kapıldı. Etrafına bakınarak:
“Bu bahçenin sahibi var galiba, Hilmi. Yakalanmadan... hadi çıkalım,” diye fısıldadı.
“Nereden anladın?”
“Keseklerden... Burası daha yeni bellenmişe benziyor. Baksana şu keseklere, hâlâ ıslak. Daha tam olarak kurumamışlar bile... Hâlâ nemli, gördün mü?”
“Gördüm. Hadi çıkalım öyleyse.”
“Çıkalım.”
Ne var ki, ellerindeki taşları atamaya bile fırsat bulamadan bahçıvana yakalanmışlardı. Bahçıvan, elinde bel, tam arkalarındaydı.
“Durun bakalım!.. Nereye,” diye kükredi bahçıvan. “Sonunda yakaladım işte sizi!..”
İkisi de, korkuyla sıçradılar.
“Sizi gidi hırsızlar, sizi!..”
“Biz hırsız değiliz, amca,” diye kekeledi Dorukan.
“Ya nesiniz?.. Eşkıya mı,” diye gürledi bu kez, bahçıvan.
“Hayır, amca... Biz eşkıya da değiliz.”
“Hırsız değilsiniz, eşkıya değilsiniz de ne arıyorsunuz, burada?.. İzinsiz, elin bahçesine girilir mi?”
“Girilmez ama...”
“Eee!.. Siz niye girdiniz öyleyse? Erik hırsızlığına mı?..”
“Özür dileriz amca, ama... Biz hırsız değiliz ki. Erik çalmaya niye girelim.”
“Eee, niye girdiniz öyleyse?.. Ağaçlara zarar vermeye mi?”
“Hayır, amca... Biz buraya ağaçlara vermek için de girmedik. Durduk yerde ağaçlara niye zarar verelim ki? Biz deli miyiz?..”
”Ağaçlara zarar vermeye gelmediniz de, o deminki tak-tak sesleri neydi, öyleyse. Ellerinizdeki o taşlarla ağaçlara vuruyordunuz, değil mi?”
Dorukan, elindeki taşı yavaşça yere bıraktı:
“Hayır, amca... Biz bu taşlarla ağaca vurmuyorduk,” dedi. Utançla bahçıvanın sert, öfkeli yüzüne baktı. “şu kedi balına vuruyorduk.”
Hilmi çok korkmuştu. O ağzını açıp tek kelime konuşmuyordu ve hâlâ korkudan zangır zangır titriyordu.
Bahçıvan, inanmazlıkla darbeli kedi balına baktı.
“Kedi balına mı vuruyordunuz,” dedi. “Niye?..”
“Kedi balını ağaçtan sökmek için, amca.”
“Kedi balı taşla sökülmez ki ama... Bıçakla falan sökülür. Hem, kedi balını söküp de ne yapacaksınız? Yiyecek misiniz?..”
“Hayır, amca... Yemeyeceğiz. Kaynatıp kendimize zamk yapacağız.”
“Zamk mı yapacaksınız?.. Neden? ”
Dorukan, acıklı ve inandırıcı bir ses tonuyla:
“Öğretmenimiz yarına bizden zamk istedi,” dedi. “Bizim de zamk alacak paramız yok... Ne yapalım, amca?”
“Demek, öğretmeniniz sizden zamk istedi,” diyerek elindeki beli yere bıraktı, bahçıvan. “ama, sizin zamk alacak paranız yok, öyle mi çocuk?..”
Yandaki otların arasından az önce, bir kaplumbağa ortaya çıkmıştı... Önündeki engebeli kesekli toprağı güçlükle aşan, o genç anaç kaplumbağa, şimdi de çimenlere doğru yol alıyordu. Dorukan ona bakarak:
“Evet amca,” dedi. “paramız yok.”
Bahçıvan, bu arada, cebinden eğri ağızlı bağ bıçağını çıkarmıştı. Ağaca sokuldu. Kedi balını bıçakla kanırtmaya başlamadan önce, Dorukan’a gülümsedi. Sonra da Hilmi’yle bakıştılar.
Hilmi’nin bakışları, bayat balıklarınki gibi donuk, anlamsız ve ışıksızdı. Çok da tuhaf bakıyordu, ona.
“Bu ne biçim bakıyor böyle,” dedi. “Kötü, kötü. Sanki dövecekmiş gibi.”
Dorukan da:
“O mu?.. Yok, amca... Onun bakışları hep böyle,” diye fısıldadı.
Bahçıvan, bu arada kanırtarak gövdeden kopardığı kedi balını Dorukan’a verdi. Dorukan da aldı.
İşte o zaman, Hilmi birden çılgına döndü:
“Yalancı,” diye bağırdı birden ve elindeki taşı yere atarak geri çekildi. “Yalan söyleme... Zamkı senin öğretmenin istemedi ki... Asıl benim öğretmenim istedi. Ne diye yalan söylüyorsun. O kedi balı, benim.”
Dorukan, o anda, Hilmi’den böyle bir tepki beklemiyordu. Şaşırdı ve boş bulunup:
“Bu birazcık hasta. Okula da gitmiyor,” diye mırıldandı. Kaplumbağa az ötede durmuş, çimenleri dişliyordu.