ÇOCUK YÜREKLİ GÜLEÇ YÜZLÜ BİR YAZAR
Sezer ODABAŞIOĞLU
Öğretmenlikten emekli olduktan sonra Akşehir’den İzmir’e taşınıp yerleşmeye karar verdiğim günlerde, pek çok dost, İzmir’de arayıp bulmam ve mutlaka görüşmem gereken birkaç isim vermişti. Bu isimler arasında: Mevlüt Kaplan da vardı ve bu isim, benim için önemli bir isimdi. Akşehirli bir yazar ve şair olduğunu biliyordum da İzmir’de yaşadığını o güne dek bilmiyordum. Daha doğrusu adını duymuşluğum vardı da birebir tanışıklığım yoktu. Bu yüzden, onun İzmir’de yaşadığını öğrendiğimde çok heyecanlanmış ve sevinmiştim.
.................................
Mevlüt Kaplan, İzmirli şair ve yazar dostlardan edindiğim ön bilgilere göre, Paykoç İşha-nı’ndaki Özgür Eğitim Yayınevinin sahibi ve genel yayın yönetmeniydi ve ulaşılması çok kolay bir insandı. Gerçekten de, Paykoç İşhanı’nda onu bulmam hiç de zor olmadı; çok kolay buldum.
Karmakarışık duygu ve düşünceler içinde, yayınevine ilk adımımı attığımda, karşımda yaşamın acısı, çilesi altında ezilmiş, yorulmuş bir Mevlüt Kaplan’la karşılaşacağımı sanıyordum. Ama, çok yanılmışım. Karşımdaki Mevlüt Kaplan: Güleç yüzlü ve sıcakkanlı, Köy Enstitülü bir aydın bir yazardı. Hiç de düşündüğüm gibi biriyle karşılamamıştım!.. Bir an şaşalayıp bocaladım, karşısında... Yanılmıyorsam, benden dokuz-on yaş büyük olmalıydı. Ama, o benden daha genç görünüyordu. Ben onun yanında, daha ihtiyar kalmıştım. Çileli, acılı bir çocukluk, ilk gençlik geçirdiğini biliyordum: “Yaşadığı bunca acıya, çektiği bunca çileye karşın nasıl genç kalabilmiş?“ diye düşündüm, ilk anda. (Daha sonraki günlerde onu ziyarete gelen Köy Enstitülü arkadaşlarıyla karşılaştığımda, bunun, çok doğal olduğunu anladım. Çünkü, onlar da, tıpkı onun gibi, gerçek yaşlarına göre hep gençtiler... Bunun nedeni, Köy Enstitüleri’nde aldıkları, - üretime, yaşama dayalı eğitim- olsa gerekti.)
Gözümdeki, Köy Enstitülü aydın dev, ayağa kalkarak güleç yüzle karşılamıştı, beni. Akşehirli olduğumu, ziyaretimin nedeninin bir aynı kentli olarak kendisiyle tanışıp söyleşmek olduğunu söylediğimde gözlerindeki o ışıltıyı görmeliydiniz!.. Daha o ilk tanışma günümde, 1930 yılında Akşehir’e bağlı Ökes köyünde doğduğunu, ilkokulu, kendi köyünde bir eğitmenli bir okulda bitirdiğini; ilkokuldan sonra, İvriz Köy Enstitüsü’de; en son Mustafa Kemal Atatürk’ün kurduğu Gazi Eğitim Enstitüsü’nde okuduğunu; bir süre öğretmenlik yaptıktan sonra ilköğretim müfettişi olduğunu; 1958-1962 yılları arasında yurt dışına gönderildiğini; yurt dışında, Almanya, İngiltere eğitimin, dünya çocuk edebiyatını incelediğini; Londra Marylebone Dil Koleji’ni bitirdiğini; Yurt dışı izlenimlerini Londra BBC ve Kıbrıs Bayrak Radyosu’nda anlattığını; adını ilk kez 1945 yılında daha onbeş yaşındayken bir şiirle duyurduğunu; şiir ve öykü dalında düzenlenen yarışmalardan 13 ödül aldığını; İzmir’de tek büyük çocuk yayınevi olan Özgür Eğitim Yayınevini nasıl zor koşullarda kurduğunu; yayınevince her yıl adına “Mevlüt Kaplan Edebiyat Ödülleri” başlığıyla edebiyat yarışmaları düzenlendiğini;iki yüzün üstünde çocuk, ilk gençlik ve yetişkin kitabının yayımlandığını; Aydın ili, Söke ilçesine bağlı Yuvaca köyünde adına bir kitaplık kurulduğunu öğrenmiş ve ona olan sevgim ve saygım bir kat daha artmıştı.
Onunla konuşurken ya da onu dinlerken gözüm arada bir raflara ilişiyordu. Raflar, kendi kitapları ve her yıl adına düzenlenen yarışmalarda ödül alan yazarların ödüllü kitaplarıyla doluydu ve kitapların hepsi de çocuk kitaplarıydı. Bir ara, benden izin isteyerek ayağa kalktı. Raflardan birkaç kitap seçip getirdi. Kendi çocuk kitaplarından birkaçını adıma: “Mevlüt Kaplan’dan sevgili hemşehrim, şair, yazar, çizer Sezer Odabaşıoğlu’na güzellikle.“ diye yazıp imzaladıktan sonra verirken çocuk yanı ağır basmış ve çok duygulanmıştı. Çocuk yürekli bir devdi sanki, o anda.
İnsanın, kendini bazen çok yalnız ve eksilmiş gibi duyumsadığı gurbette, aynı kentlisiyle buluşup söyleşmesi kadar güzel bir şey yokmuş!... Hele, bu aynı kentli: Köy Enstitülü bir şair, yazar olursa!.. Akşama doğru, onun yanından ayrılırken kendimi tamamlanmış; hatta, o adıma imzalanıp verilen birkaç çocuk kitabıyla kendimi daha bir çoğalmış duyumsamıştım.
Adıma imzalanıp verilen kitaplar arasında: Cıvıltı (şiir), Tren Düdükleri (öykü), Kınalı Güvercin (öykü), Öyküler Ne söyler (öykü) ve Beyaz Mendil (öykü) kitapları vardı.
Birkaç günde, okuma saatlerimde okuyup bitirdiğim kitaplarından “Beyaz Mendil“ 11 kısa çocuk öyküsünün yer aldığı 112 sayfalık bir kitap.
Bu öykü kitabında, “Öyküler Ne Söyler“ başlıklı öyküler kitabında gördüğüm, konu, dil, an-latım, çocuğa görelik ve sürükleyicilik eksikliği yoktu. Okurken oldukça keyif aldım ve çocuk kimliğim ortaya çıktı, hoşlandım.
“Beyaz Mendil“ deki ilk öykü de, Beyaz Mendil. Okulu ve öğretmeni sevmeyen bir öğren-cinin, öğretmeninin sergilediği güzel davranış sonunda okulu sevmeye başladığını anlatan gü-zel bir öykü. Öykü, çocuğun sözleriyle bitirilmiş: “ Parmağımı saran sanki, öğretmenimin beyaz mendili değil, sımsıcak yüreğiydi. “
Daha fazla söze gerek yok. Kitaptaki, “Kravat, Yeni Yıl Ağacı, Yarınlara Yolculuk, Tamirci, Huysuz, Yol, Arkadaşımın Anası, Lâstik, Cinci Hoca (!) ve Demirbilek“ öyküleri de Beyaz Mendil öyküsü gibi dil, anlatım ve kurgu bakımından sürükleyicilik özelliğini taşıyor.
Son söz olarak diyorum ki: İzmir’e yerleşerek aynı kentlim Mevlüt Kaplan’la birebir görüşme olanağı yakaladığım için kendimi şanslı sayıyorum.
CUMHURİYET KİTAP
SAYI 538
FERAY’IN DÜŞÜ
Feray’ın yaşı düşsel bir kurguyla yazılmış günümüzün önemli bir sorununu dile getiren iletisiyle küçük, hatta yetişkin okurların ilgisini çekecek nitelikte fantastik bir öykü. Kurgunun güzelliği, iletisinin düşündürücülüğü ile dikkat çeken bir kitap. Gerçekten okumaya değer. Merak edip okumanız için içeriğinden söz etmiyor, öneriyorum.
Sezer ODABAŞIOĞLU
Ferda İzbudak Akıncı, “Kuş Kulesi”
Tudem Kültür Yayınları 2004, (1. Basım)
Uzun yıllar şiir yazan, 1990 yılından bu yana öykü dalında ürünler veren ve bu arada çocuklar için yazmayı ihmal etmeyen Ferda İzbudak Akıncı’nın, Tudem Edebiyat Ödülleri Öykü İkinciliği’ne değer görülen “Kuş Kulesi” adlı öykü kitabı, Tudem Kültür Yayınları arasında yerini aldı.
Kitapta, yazarın, kimilerinin düşündüğü gibi çocuğun işlenebilir bir hamur olarak değil, yaşadığı toplumda sosyal bir varlık olduğunun farkındalığıyla yazdığı, dil, kurgu ve anlatım bakımından zengin, çocuğu hafife almadan, çocuğa göreliği yakalayan 6 kısa öykü yer alıyor. Çocuklara edebiyatı sevdirme, dil ve anlatım zenginliğini kazandırma kaygısını taşıyan yazarın “Kuş Kulesi” adlı kitabında yer alan ilk öykü, “Son Tren” adını taşıyor.
Bu ilk öyküde, sabahleyin okula, öğleden sonraları dershaneye giden Sinan’la İrem’in bir gün, yanlış banliyö trenine binerek zamanında evlerine dönememeleri ve onları evlerinde bekleyen ailelerinin telâşları anlatılıyor.
“Papatyalar” adlı ikinci öyküde, okuldan dönerken bir motosikletin çarpmasıyla sol bacağı kırı-lan ve sargıya alınıp alçılanan Pınar’ın okula gidemediği günlerde günlük tutmaya başlaması anlatılıyor. Öykü: “Bu defter, gelecekte ona pek çok şey anlatacaktı. Yıllar sonra açtığında, “Küçücük bir kızken ben şu kitabı okumuşum.” diyebilecekti. Ya da, “Bir ilkbahar mevsiminde, bacağım alçılar içinde, iyileşmeyi beklerken papatya toplayamadığım için ne çok üzülmüşüm.” diye düşünecekti. Yazıyı arkadaş seçenlerdendi, o. Ve yazıyı arkadaş seçenler, asla yalnız kalmazlar.” paragrafıyla sonlanıyor.
“Kasabalı Çocuk”, kitapta yer alan üçüncü öykü, bir anlamda, yazarın çocuklar için de yazmaya başlamasının öyküsüdür. “- Keşke çocuklar için de yazsaydınız.”, “ Çocuğun sesindeki hüzün kadını duygulandırdı. İlk kez çocuklar için kitaplar yazmayı düşünmemiş olduğu için üzüldü. Ama, yapabileceği pek fazla bir şey yoktu. O, bunu nasıl yapacağını bilmiyordu.” Oysa, yazar çocuklar için de yazmayı biliyordu!.. Sadece “Kasabalı Çocuk” gibi birinin çıkıp ondan çocuklar için yazmasını istemesi gerekiyordu. “Bilgisayarının başına oturdu, kadın. Ve uzak kasabalardaki, köylerdeki, şehirlerdeki çocuklara kitaplar yazmaya başladı. Soğuk kış günlerinde, büyükler çay içerken sobalarının arkasında oturup dünyayı gezsinler diye.”
“Ayva Ağacı” adlı öyküde, bir bahar günü, Ezgi’yle annesinin kasabada yaşayan anneannesinin kız kardeşine ziyaretleri anlatılıyor. Bu öyküde, hemen göze çarpan bir doğa betimlemesi zenginliği var: “Böyle bir ağaç hiç görmemişti, Ezgi. Çok büyük değildi. Dalları bir çiçeğin taç yaprakları gibi tepelerinde açılıyordu. Dallarında yeşil yaprakların yanı sıra, iri, pembemsi beyaz çiçekleri vardı. Henüz açılmamış çiçekler ise gül tomurcukları gibiydi ve pembeydi. Ezgi, büyülenmiş gibi bakıyordu ayva ağacına.”
“Kurumuş bir dere yatağındaki bu mahalleye yeni taşınmışlardı.” cümlesiyle başlayan, “Üstünden ince bir rüzgâr geçmiş gibi üşüdü, Mustafa. Uykusu aymadan kalkıp kuleden içeri girdi. Çınar yapraklarının üstüne kıvrıldı. Kuşlar, yuvalarından çıktı. Kanatlarını şöyle bir çırptılar. Kulenin karanlığında pırıltılı tüyler uçuştu. Çocuğun üstü kuş tüyleriyle kaplandı.” gibi anlatım,betimleme zenginliğiyle dolu ve kitaba adını veren “Kuş Kulesi” adlı öyküde ise ailesiyle birlikte köyden kente yerleşen Mustafa’nın kendisini yanlarına almayan mahalle arkadaşlarının peşine düşmesiyle başına gelenler anlatılıyor.
“Haylaz Çırak ve Küçük Masal Kitabı” adlı öykü, kitapta yer alan son öykü. Bu güzel öyküde de, çocuk edebiyatının vazgeçilmezi bir masal kitabının köyde yaşayan Duygu’ya armağan edilişi anlatılıyor.
En son: “Siz de, kurgu, anlatım ve dil zenginliğiyle okuyucu hemen sarıveren “Kuş Kulesi” ni okuyarak kuş kulesini ziyaret edin ve eski kent kalıntıları arasında gezinmenin keyfini çıkarın.” diyorum.
Sezer ODABAŞIOĞLU
CUMHURİYET KİTAP
“Erken Düşen Kar”
Ekrem Güneş,
Tudem Kültür Yayınları, Mart 2005
Çocuk yazınına yıllardır öykü, roman ürünleri kazandıran Ekrem Güneş’in yeni bir kitabı daha Tudem Kültür Yayınları arasında yer aldı.çocuk okurların kendi yaşamlarının dışında başka çocuk yaşamlarının da var olduğunu duyumsatma kaygısıyla çocuk gerçekliğini unutmadan yıllardır çocuklar için yazmayı sürdüren Ekrem Güneş’in üç öyküden oluşan “Erken Düşen Kar” adlı yeni öykü kitabı, ilk kez 10. Tüyap İzmir Kitap Fuarı’nda, Tudem Standında okurlarıyla buluştu. Öykülerinde didaktik unsurunu çok az kullanan Güneş, vermek istediği ileti varsa bile onu parmak sallamadan, öykü akışı içinde eriterek okuruna verebilen bir yazar. Kitaba adını veren “Erken Düşen Kar” iki kardeşin yoksulluk öyküsü olmasına karşın, tam anlamıyla betimleme ve eğretileme zengini bir öykü.
“Can sıkıntısı içinde bakınırken ayak sesleri işittik. Annemdi. Elinde kürek, kelebek gibi uçuşan kar taneleri arasında telaşla yol açıyordu…” (s.8) “…Yoksa kuşlar gibi uçup mu gideceksin, dedi.” ( “s.9) “Yanakları balık solungaçları gibi oynuyordu.” (s.10) “Ayağı bağlı taylar gibi zıplaya zıplaya yürüyordum.” (s.17) “Yaralı keklik gibi yığılmış kalmıştım. (s.17) “Kedi sessizliği içinde girdik içeri.” (s.30)
Çocuk edebiyatını, edebiyatın bir altı olmadığı bilinciyle kaleme aldığı üç öyküde de, yazarın çocuğu ve çocuk yazınını hafife almadığını gözlemlemek, doğrusu, beni çok mutlu etti. Eğretileme ve betimlemelerle zenginlik kazanan bu ilk öyküde, kışın acımasızlığına hazırlıksız yakalanan yoksul ailenin çocukları olan Umut ile kardeşi Ali’nin çıplak ayakla okula gitmek zorunda kalışlarını anlatan bir öykü. Akıcı, işlek bir dil, eğretileme, betimleme zengini bir kurgu okurunu hemen sarıp sarmalayıveriyor. İçeriğinden özellikle uzun uzun söz etmek istemiyorum. Okurlarda bir merak, bir istenç uyansın diye.
İkinci öykü “Selam Vermeyen Oğlan” da aynı biçimde, betimlemelerle ve eğretilemelerle zenginleşen bir dille yazılmış… Betimlemelerin, eğretilemelerin yeri geldikçe kullanılması, anlatımı daha da güçlendirmiş. “Babam hep kısık sesle konuşur, yanındakiler bile zor işitirdi sözlerini.” (s.43) “Sakalı fırça gibi battı, ama hiç acıtmadı. (s.45) “Babam çok az gülerdi. Güldüğünde de kara kara güler, güldüğünü belli etmezdi. (s.46) “Babam arabaya biner binmez uyuyup kaldı. O hep öyledir. Ne zaman bir yere otursa hemen uyuyup kalır.” (s.50) Değişik sayfalarda yer alan betimlemelerden öyküdeki babayı hemen gözümüzün önüne getirebiliyoruz. Yazar, baba betimlemesini tek sayfada, hatta tek paragrafta yapabilirdi ama, bunu yapmamış. Yeri ve zamanı gelince kısa betimlemelerle yapmış… Böylece, öykünün kurgusuna ve anlatıma ayrı bir güzellik katmış. Dediğim gibi bu öyküde de eğretilemelere sıkça rastlıyoruz. “Bir akşam evinde yanan ışığı görünce, yüreğim kuş kanatları gibi çırpındı.” (s.42) “Öyle güzel kokuyordu ki öğretmenim. Gonca gibi, yasemin gibi… Belki de kokmuyordu da, bana öyle geliyordu.” (s.42)
Çevresindeki insanları ve hatta kendini sorgulamaktan hiç çekinmeyen bir öykü kahramanıyla karşılaşmak ne güzel. “İkiyüzlülüktü amcamın yaptığı. İş yapmaya değil, iş bozmaya gelmişti sanki.” (s.39) “Karışanımız yoktu, denetleyenimiz yoktu.” (s.52) “Koca kafam mı, duruşum mu, yaşımın büyüklüğü mü ilgisini çekmişti, bilmiyorum.” (s.53) “Üstümde büyük bir ağırlıktı köylü utangaçlığı. Köylü utangaçlığı beni eziyor, atmak istiyor, atamıyordum.” (s.59) Bu örnekler daha da çoğaltılabilir.
“Nuri Amca” başlıklı son öyküde, betimleme ve eğretilemeler denli ironik mizah unsurlarına da rastlıyoruz çokça. “Okur yazar olmayan birinden muhtar olur mu? Babam olmuş, çocukluk yıllarımda muhtarlık yapmıştı. Yazma, yazışma işlerini Nuri amca yapar, gelir-gider hesaplarını Nuri amca tutar, köy kurulunun kararlarını Nuri amca yazardı. Bazen kararı da o alır, babam mührünü basardı.” (s.61) “Babam ağa değildi, bey değildi, okumuş biri değildi. Övünülecek neyi vardı ki kimin oğlu, derken. Konuşuyordu işte.” (s.68)
Çocuk okurlara, edebiyatı sevdirme, dil ve anlatım zenginliğini kazandırma kaygısıyla yıllardır öykü,roman yazan yazarımızın bu yeni kitabını edinip okuyun ve onun kırsal yaşam zenginliğini tadın, diyorum en son.
Sezer ODABAŞIOĞLU
CUMHURİYET KİTAP EKİ’NDEN
“Elimi Bırakma Anne”
Hamdullah Köseoğlu
Tudem Kültür Yayınları, 2005 (3. Baskı)
Resimleyen: Hale Söyler
Hamdullah Köseoğlu’nun şiirsel bir dille kaleme aldığı “Elimi Bırakma Anne” öykü kitabını, iki hafta önce bir solukta okuyup bitirdim. Hem de soluğumu tutarak tek sözcüğünü bile kaçırmamaya özen göstererek okuyup bitirdim. Ve itiraf etmeliyim ki, o 48 sayfalık kitabın üzerimde bıraktığı etkiden hala kurtulamadım…
“Elimi Bırakma Anne”, kitabın arka kapağındaki “Elimi Bırakma Anne” deprem denilen yıkımda yaşanan acılardan küçük bir kesit aktarıyor. Bir anne ile küçük kızının, yaşamla ölüm arasındaki o ince çizgide, yaşama, umuda tutunmaları, duygu dolu satırlarla okurun yüreğine ulaşıyor. Etkili, doğal ve etkili bir anlatım… “Çocuğun dilsel, düşünsel, duygusal dünyasını zenginleştirecek çarpıcı bir öykü” biçimindeki kısa tanıtım yazısını hak eden ve doğrulayan bir kitap. Hele hele salt 3 baskıyı değil, daha nice baskı sayılarını hak eden bir kitap.
Üçer dörder sözcüklü kısacık tümcelerle neler anlatılıyormuş, neler!.. Ve ne güzellikler yaratılabiliyormuş meğer. “Gün doğdu, akşam oldu. Aydınlık gitti, karanlık geldi. Düdükler öttü, iş yerleri kapandı. Dağlar morlaştı, sular sarardı. İlkin Çobanyıldızı doğdu. Sonra diğer yıldızlar. Yollara döküldü insanlar. Evliler evine, köylüler köyüne gitti. Kapılar kapandı, perdeler indirildi. Işıklar yandı, sofralar kuruldu.” (s.13) Şu kısacık tümcelerle yapılan akşam betimlemesindeki şu güzelliğe bir bakınız!.. “Gece ilerledi. Yelkovan döndü, dolandı. Ay batıya kaydı.” (s.15) Hele bir deprem betimlemesi var ki… O denli yumuşak, o denli gerçek.”Yerin derinliğindeki çatlama, yarılma, kaynayıp karışma sürüyordu. Durdurma, döndürme olanağı yoktu. Günü, saati gelmişti. Tohumun çatlaması gibi. Doğanların büyümesi, günü gelenlerin ölmesi gibi. Öylesine doğal, gerçek ve yalın…” (s.16) “Derinden derine esnedi yer. Belli belirsiz soludu. Dayanamıyordu. Biriktirdiklerini dışarı atacaktı. Atmasa çatlayacak, yarılacak, acıdan uluyacaktı.” (s.20)
Çocuğun gerçekliğini ve çocuk psikolojisini iyi bilen yazar, çocukların belli yaş dönemlerinde, birilerine özenme eğilimi gösterdiğini, gösterebileceğini, öykü içinde vermeyi de ihmal etmemiş… “Özlem bebekliğini özlese de, bebek olarak görülmek istemiyordu. Bir an önce büyümek istiyordu. Alımlı, çalımlı genç kız olmak, abla olmak istiyordu. Sürüp sürüştüren, takıp takıştıran ablalara özeniyordu. Annesi evde olmadığı zamanlarda kaşını gözünü boyuyordu. Yerde sürünse de annesinin en güzel giysilerini giyinip şapkalarını takıyordu.” (s.32)
Hele mutlu sonla biten öykünün sonunda, yıkıntı, çöküntü altındaki depremzede kızla babasının buluşması, kısacık tümcelerle öylesine güzel anlatılmış ki, sormayın… O kısacık tümcelerde o denli derin anlamlar var ki, etkisinde kalmamak, oturup üzerinde düşünmemek elde değil. “Yeryüzü aydınlandı. Her şey değişip güzelleşti. Yatanlar kalktı, gidenler döndü. Erik ağaçları, mevsimsiz çiçek açtı. Dışarıdaki baba, kızının sesini duyup koca kenti sarsan bir coşkuyla: ‘Kızım yaşıyor,’ diye bağırdı. ‘Kızım yaşıyor!’” (s.47)
Sayın saadet Özen’in 6.4.2005 tarihli Vatan kitap Eki’ndeki yazısında okuduğuma göre: “Kitabı sattıran fısıltı gazetesidir,” demiş, ünlü yazar, eleştirmen Pierrea Assouline. Ben de bu söze inanarak size fısıldıyorum: “Siz bu kitabı okudunuz mu?.. Okumadınız mı? Aaa!.. Ama bu kitap çok güzel!.. Şimdiye dek niçin okumadınız? Bence, hemen gidip bir yerlerden edinin ve okuyun bu kitabı.” Kitabı okuduktan sonra siz de başkalarına fısıldayın lütfen.
Sezer ODABAŞIOĞLU
CUMHURİYET KİTAP
SAYI: 807